GERİDE KALAN RUHLAR
GERİDE KALAN RUHLAR
Günümüz dünyasında, genel anlamda teknolojiler alıp başını gitmiştir. Özellikle iletişim teknolojileri çılgın bir şekilde değişim ve dönüşüm yaşamaktadır. Bu hızlı değişime çoğu zaman ayak uydurmakta zorlanmaktayız. Teknolojilerle beraber dünyanın dönüş hızı da artmış gibidir. Günler günleri; haftalar haftaları; aylar ayları ve yıllar yılları kovalayıp gitmektedir. Zaman nasıl geçiyor farkında bile değiliz. Her yerde ve her zaman bir koşuşturmanın içerisinde debelenip durmaktayız. Bu esnada ne yazık ki kendimizi ve ruhumuzu ihmal etmekteyiz.
Geçen yıllarda okuduğum bir anekdot, yenidünyada bu yaşadıklarımızı gayet güzel anlatmaktadır. Denilir ki bilim insanları, Nepal’de bilimsel çalışmalar yapmak için, yüksek bir dağın tepesine çıkmak istiyorlar. Bölgede yaşayan yerli rehberler eşliğinde yola çıkıyorlar. Akşam olmadan varmak istedikleri yere ulaşmak için koştura koştura yol alıyorlarmış. Ama yerli rehberler belli bir irtifadan sonra oturup beklemeye başlamışlar. Bilim insanları neden beklediklerini sordukları zaman, rehberler “Çok hızlı geldik. Ruhlarımız bizden geride kaldı. Ruhlarımızın bize yetişmesini bekliyoruz.” diyerek ilginç bir cevap vermişlerdir.
Aslında yerlilerin atalarından kalan bu geleneğin oluşması, bugün bilimsel olarak açıklanabilmektedir. Daha önceleri mola vermeden yol alan yerlilerin bir kısmı hayatını kaybetmiştir. Anlaşılan o ki önceki yerliler, hızlı bir şekilde yüksek irtifaya, molasız çıktıklarında beyin ödeminden kaynaklı olarak hayatlarını kaybetmişlerdir. Onlar bu durumu, ruhların geride kalması olarak, değerlendirmişlerdir. Geleneksel olarak yapılan bu eylem bugün dağcılığın temel kurallarındandır. Belli bir irtifada vücudun intibak sağlaması için molalar vermek hayati bir önem taşımaktadır.
Bu anlamda dağ tırmanışlarında mola vermek zamanı geldiğinde zorunluluktur. İlk molalar yürüyüşten kısa bir süre sonra verilirken, sonrasında ise ortalama yarım saatte bir mola verilmesi gereklidir. Eğimin fazla olduğu yerlerde ise daha kısa aralıklarla mola verilebilmektedir. Verilen bu molalar bulunulan ortama uyum sağlanması açısından oldukça önemlidir.
Bu teknik detaylardan sonra konuya dönecek olursak bizler de koştur koştur yaşamaktayız. Ne yazık ki bu süreçte ruhlarımızı ihmal etmekteyiz. Ruhumuz bizi zinde tutan ve canlı kılan unsurdur. Ruhumuz olmaz ise beden sadece cesettir. Hayatiyeti sağlayan ruhtur. İnsan açısından böyle iken, toplumlar açısından da ruh oldukça önemlidir. Toplumların ve şehirlerin de ruhları vardır. Ve bu ruh iletişim ile ortaya çıkmaktadır.
Herkes bir gaile içerisinde yaşayıp gidiyor. Sürekli bir telaş halinde olan hayat sürüyoruz. Bu esnada bizi biz eden, bizi canlı ya da diri kılan ruhlarımızı ihmal ettik. Hatta imha ettik desem, abartı olmayacaktır. Kemal Sayar bu anlamda “Yavaşla” diyerek bizleri uyarmıştır. “Yavaşla” isimli kitap, konuya ilişkin olarak yazılmış en güzel eserlerdendir. Ben Kemal Hoca’dan bir tık ileri giderek “durun” diyenlerden olacağım.
Çok yorulduk, bu dünya değirmeninde. Yıprandık bitap düştük. Duralım ve soluklanalım. Bir tas su ya da ayran içelim. Konuşamadık, içimize attık her şeyi. İçimizi döksek de rahatlasak dostlarımıza. Ama gelin görün ki iki kelam edemedik birbirimize. Çünkü konuşacak zamanımız olmadı ki. Yarına ertelediğimiz bir sürü eşimiz, dostumuz ve akrabalarımız var oysa.
Öyle ki koşturmaktan düşünmeye bile fırsatımız olmuyor. Bırakın eşle, dostla iletişimi; kendimizle bile baş başa kalamıyoruz. Kendimizle dahi iletişim kuramıyoruz. Bu hengâme içerisinde nasıl düşünelim? Kesif bir uğultu var çevrede, nasıl hayal kuralım? Dört bir yanımız gürültüyle kaplanmış halde, konuşacak olsak kendimizi duyamıyoruz. Kendimize ayıracak azıcık zamanımız yok ki. Her zamankine göre daha hızlı dönen dünyada ruh dinginliğine ve ruh zenginliğine zaman yok. Düzen öyle kurgulanmış ki ruhun gereği de yok. Sokaklarda gezen ruhları çekilmiş yığınlar, ölü misali aramızda gezip durmaktadır.
Dünyanın çekim gücü bizi çok etkiliyor. Ne kadar hızlı dönerse; o kadar daha çok yapışmaktayız dünyaya. Dünyanın süslü ve aldatıcı cazibesine (çekim gücüne) kapılmamak çok zor gözükmektedir. Dünyaya kendini kaptıran ve yaklaşan yeni insan, bir o kadar da manadan uzaklaşmıştır. Hatta yeni insan varlık sebebi olan, kendisini var edenle dahi iletişim kuramaz hale gelmiştir. Dünyada çok eğlence ve onunla birlikte çok yüksek düzeyde sesler var. İçimizin sesi bize gelmiyor. Yaratanın sesi ve konuşması duyulmuyor.
Koştur koştur yaşanan hayat da hızlı bir şekilde nihayete erecektir. Ama bir gün hayatın bittiğini ve yolun sonuna geldiğini görecek olan insan arkasından koşturduğu her şey için çok pişman olacaktır. “Nasıl geçti bu kadar uzun bir ömür?” diyeceğiz, ancak her şey iç içten geçmiş olacaktır. Kimisi bir ömrü, bir gün gibi geçirip tüketirken; kimisi de bir günü bir ömür gibi geçirmiş olacaklardır.