SEBE HALKI, NANKÖRLÜK VE YIKILIŞ

SEBE HALKI, NANKÖRLÜK VE YIKILIŞ

SEBE HALKI, NANKÖRLÜK VE YIKILIŞ

Güney Arabistan’da yaşayan bir milletti. Merkezi, Güney Yemen’in Marib şehriydi. Bin yıl tüm Arabistan’la birlikte Yemen, Hadramut ve Afrika da hüküm sürdüler.
Sebeliler çalışkanlıkları ve güçlü oluşlarıyla biliniyorlardı. Doğu Afrika’dan Hindistan’a oradan Roma’ya kadar uzanan ticaret yolu Sebelilerin kontrolündeydi. Karlı ticareti, geniş serveti, çokça malı ve mülküyle ün salmıştı. Ziraat ve çiftçilikte mahirdiler. Büyük barajları ve sulama sistemleri vardı. Yağmur alan verimli topraklara, bereketli bahçelere, bol ürünlere, tabii güzellik ve yeşil alanlara, deniz sahillerine sahip olmasından dolayı şiire, edebiyata ve tarihe de konu olmuştu. Adı herkesin dilinde, şan ve şöhretinin zirvesindeydi. Uygar ve gelişmiş bir medeniyet kurmuş, maddi refaha ulaşmış, gücüyle nam salmış bir kavimdi.
Sebe kavminin yükselişine ve şöhretine en çok ziraat ve ticaretleri neden olmuştu. Benzeri görülmemiş bir ziraat yaptılar. Çok orijinal ve ilginç sulama sistemleri kurdular. Nehir ve su kaynaklarını emsalsiz bir ustalıkla kullandılar. Yağmur sularından göller oluşturdular, göllerden de kanallar açtılar. Başkent Marib’in çevresinde, yüzlerce yıldan, günümüze kadar ayakta kalabilmiş muhteşem, tarihe büyük bir san bırakmış harikulade bentler, barajlar ve sulama şebekeleri inşa ettiler.
Sebeliler ticaret için adeta biçilmiş kaftandı. Yerleştikleri mevki, ticaret yollarının tam ortasındaydı. Kara ve deniz yollarını kontrolleri altına aldıkları için kara ve deniz ticaretine malik olmuşlardı. Ticari kabiliyetleri pek gelişmişti. Gemilerin demir atacağı sahilleri de çok iyi biliyorlardı. Yemen limanlarına Çin’den, Hindistan’dan, Endonezya’dan baharat, kumaş, ipek, savaş malzemeleri, Afrika’dan her türden değerli eşyalar gelir ve buradan da Firavunların memleketi Mısır ve Suriye pazarlarına giderdi. Oradan da Roma’ya ulaştırıldı. Yemen şehirlerinde enfes kokulu ağaçlar ve bitkiler yetişirdi. Kilise ayinlerinde ve mahkeme salonlarında tütsü için kullanılan bu kokulu bitkiler, o günün aranan değerli mallarıydı.
“Doğrusu sebe kavminin meskenlerinde Allah’ın kudretine işaret eden bir ibret vardır. Her ev biri sağda diğeri solda iki bahçe ile çevrili idi. Onlara peygamberleri: Rabbinizin bahşettiği rızıktan yiyin ve O’na şükredin. Memleketiniz ne güzel bir belde, Rabbiniz ne bağışlayıcı bir rab! Demişlerdi.” (Sebe, 15)
Sebeliler şan ve şöhretin zirvesinde bir yaşam sürüyorlardı. Kullandıkları kapları altın ve gümüştendi. Evlerinin damlarında, duvar, pencere ve kapılarında bile altın, gümüş, inci gibi değerli taşlar ve fildişleriyle yapılmış süslemeler bulunurdu. Servet, mal mülk ve para Sebe şehirlerine adeta seller gibi akardı. Dünyanın en zengin milleti olmuşlardı. Ülkeleri mamur, çevreleri yemyeşil, tarlaları bereketli ve çarşıları mallarla dolup taşardı. Lüks içerisinde, son derece müreffeh olduğu kadar müsrif bir hayat yaşarlardı. Öyle ki yaktıkları kokulu ağaçların güzel tütsüsü millerce ötelerden gelen tayfalar tarafından hissedilirdi. Sahillerine uğrayan denizciler bu güzel kokudan mest olurlardı. Sana’a tepesinde inşa edilen Gumdan sarayı dillere destan olmuştu. Bunun gibi inşa ettikleri pek çok baraj, saray ve mabedin ihtişam ve refah kalıntıları günümüze kadar ulaşmıştır.
Sebe kavmi bu kadar nimete rağmen nankörlük etti. Allah’a şirk koşarak putperest bir inancı benimsedi. Ay tanrısı el-Maka, baş tanrıydı. Bunun yanında Venüs, güneş gibi gök cisimlerine de ilahlık vasfı vererek taptılar. Sebe hükümdarları, baş tanrının vekili sıfatıyla halktan itaat isterler, halk ise hükümdarları tanrının yakını olarak görür ve tanrı ile kendileri arasında aracılık yaptıklarına inanırlardı. Zamanla güneş, baş tanrı oldu. Hz. Süleyman (a.s)’e çevreden haber toplayıp getiren Hüdhüd, Sebe melikesi Belkıs’ı ve halkını güneşe taparken görür ve hemen Hz. Süleyman’a durumu bildirir.
Hz. Süleyman’ın davetiyle İslam’a giren ve tevhid inancını benimseyen kraliçe ve kavmi, uzun süre tevhid üzere yaşadılar, ancak daha sonra gerisin geri putçuluğu döndüler. Her beldenin, her kabilenin hatta her ailenin özel tanrıları vardı. Allah’tan isteyeceklerini bu tanrılardan istediler. Kendilerine gönderilen peygamberleri dinlemediler. Asıllarına rucu etmediler. Uyarı ve ikazları dinlemediler. Artık yavaş yavaş çöküş ve yok oluş işaretleri belirmişti. İşaretlere rağmen dönüş yapmayan Sebelilerin defteri dürülüyordu.
Romalılar ve Yunanlılar, kara ve deniz ticaretinin Sebelilerin elinde olmasını, bolluk ve müreffeh, zengin ve ihtişamlı bir toplum olmalarını çekemediler. Bunlardan kurtulmak ve ticaret yollarına sahip olmak için her türlü, hile, aldatma, oyun ve saldırıları yaptılar. Bu saldırılarla Sebelileri zayıf düşüren Romalılar, Mısıra hâkim oldular. Kızıldeniz ve Arap yarımadasının güney sahillerindeki tam donanımlı limanları ve tersaneleri ele geçirdiler. Romalılar aldıkları yerleri askeri birliklerle kuvvetlendirdiler ve Aden tamamen Romalıların hâkimiyetine geçti. Bunda Romalılarla işbirliği yapan Habeşlilerin de etkisi büyüktü. Habeşliler sürekli Yemen’e saldırarak ekonomik hayatlarının ve dolayısıyla ticaretlerinin belini kırdılar ve nihayet bu bölgeyi kendi topraklarına kattılar ve başına da Ebrehe denilen bir valiyi atadılar. Günümüzün ebreheleri gibi Yemen Valisi Ebrehe, bölgenin servetine ve zenginliğine göz dikmiş ve uğurda Ka’be’ye bile saldıracak kadar mal ve mülk hırsıyla yanıp tutuşan bir zorbaydı.
Allah’a bağlı kaldıkça, Hz. Süleyman (a.s) ve sonrasında gelen peygamberlerin uyarılarına kulak verdikçe, birlik ve beraberliklerini korudukça; iman, ibadet ve ahlak üzere yaşadıkça bu nimetler devam etti. Tefsirlerde verilen bilgilere göre Allah onlara on üç peygamber göndermişti. Fakat Allah’ı, peygamberleri, ahireti ve güzel ahlakı unuttukları, nankörlük yaptıkları ve bunda da ısrar ettikleri vakit kendi sonlarını da hazırlamış oldular. Kabileler makam ve mevki hırsıyla birbirine düştü. Hanedan mensupları arasında ihtilaflar baş gösterdi. İç savaşlarla uğraşmaktan, asıl düşmanın gelişini göremediler. Roma ve Yunanlıların saldırıları sonucunda tamamen güç ve kuvvetlerini kaybettiler. Ne kabileler, ne de hanedan mensupları kazandı. Kazanan düşman oldu. Neticede inşa ettikleri muazzam bentlerin ve barajlarının yıkılması sonucu da bütün zenginlikleri, ticaretleri, ziraatları; şan ve şerefleriyle birlikte, sellerle karanlığa gömüldü, şehirleri ve beldeleri kimsesiz ve ıssız kaldı, kurtulabilenler buraları terk ederek, yeni yurtlar aramak zorunda kaldılar ve farklı yerlere dağıldılar.
“Ama onlar yüz çevirdiler. Biz de üzerlerine Arim selini gönderdik. Onların iki bahçesini, acı yemişli, ılgınlı ve birkaç da sedir ağacı bulunan iki bahçeye çevirdik. Nankörlük etmelerinden ötürü onları işte böyle cezalandırdık. Biz, ancak nankörlük edenleri cezalandırırız.” (Seba, 16, 17)
Pek çok nimete rağmen şükretmeyen, nimetleri kendilerinden bilen, nimetlerin sahibini unutan, nankör ve günahkâr bir milletin başına gelen felaketler… Bunlar ibret için anlatılıyor… Mülkün sahibi Allah’tır, tasarruf hakkı onundur, dilediği kimseye mülkünde, belli bir vakte kadar imkânlar verir fakat imtihan eder. Şükreden kazanır, nankörlük eden kaybeder... Vesselam…