Muhammed Rabbine Aşık Oldu
Muhammed Rabbine Aşık Oldu
Bin beş yüz yıl önceydi. Tarih kan kokuyordu, gözlerde cehalet okunuyordu. Kızlar diri diri gömülüyordu. Sadece kadın değil zayıf olan her insan alınıp satılıyordu bir eşya gibi bir mal gibi. Putlar yapılıyordu.
Ellerin kudreti tanrılaşıyor ve insan kendine tapıyordu.
Kendisini yaptığı taştan heykellerde yüceltiyordu. Ama cehaleti ve ruhunun karanlığı ince bir alay konusu oluyordu acıkılınca yenilen tanrıların bedeninde.
Yürekler vardı göklerde süzülen.
Sevgiyi bir güvercinin kanatlarında taşıyan...
Hüznü ezilen ve horlanan insanların acılarında hisseden… Yağmur gibi rahmet kokuyordu indikleri her bir bedende.
Muhammed’in kalbi bir gül gibi huzur veriyordu, gözlerini kendine adayanlara. Adı emin olmuş ve güveni kendisiyle özdeşleştirmişti.
Daha önemlisi o kendisinden öylesine geçiyordu ki, Rabbiyle buluşma arzusuyla gözü kimseyi görmüyordu. Aşkı yücelerden inen bir ışık huzmesi olarak anlayamayanlar, garipsiyorlardı Muhammed’i. Ve “Muhammed Rabbine aşık oldu!” diyorlardı.
Servet ne anlam ifade ederdi seven insan yüreğinde.
Makam mevki ne anlam ifade ederdi seven insan yüreğinde.
Soy sop, ırk, renk ne anlam ifade ederdi seven insan yüreğinde.
Cinsiyet ne anlam ifade ederdi seven insan yüreğinde.
Tek bir anlamı vardı; Rab yaratmış ve insan değerliydi. Acıya, zulme, şiddete, istismara ve cinayete maruz bırakılmamalıydı.
Bedenler cinselliğin haz tarlası olarak görülmemeliydi.
Rabbine aşık Muhammed, düşünüyordu yüreğinin sessiz köşelerinde. İnsanların karanlığı nasıl döner diye aydınlığa. Nasıl kurtulur bu insanlık cehaletin kör kuyularından?
Ellerin tanrılığına nasıl son verilir?
Her Ramazan Nur dağındaki Hıra mağarasında inzivaya çekilir ve uzun gözyaşlarından bir nehir oluşturur insanlığa rahmet olacak. Kızlar gelir gözlerinin önüne, gözlerinin yürek dağlayan çığlıklarının eşliğinde.
Ve bir gün ilk huzmesi “Oku” olan ışık doğdu yüreğinde. Cehaletin dağılması ancak ilimle olur diyordu yaratan. İlmi kaybeden aydınlığı sürgün ederdi. İlmin sürgün edildiği yürekler ise katılaşmaya mahkumdu. İşte ipuçları veriliyordu aşkın tılsımının bir melodi gibi sunulduğu aydınlık mağarasından.
Rabbini gördü parıldayan ışıkta ve aşkı yücelere erdi. Doğruydu gerçekten seviyordu. O’da kendisini seviyordu. Bir aşık için sevgilinin cilvesine muhatap olmak ne denli büyük bir lütuftu bunu ancak aşık olanlar anlardı.
Muhammed Rabbine aşıktı. Dediler ki; Sana servet verelim, Mekke’nin en güzel kızını da üstüne. Daha mı, gel bir de seni reis yapalım şehrimize. Ama aşkının gül tohumlarını bırak. Bize yaşadığımız dikenlerin güzelliğini yaşat. Biz dikenleri sevdik, gülün kokusuyla yaşayamayız. Hele onun narinliğini kaldıracak kadar yufka değildir yüreğimiz.
Hafif bir tebessüm belirdi aşık Muhammed’in dudaklarında. “Değil dünya servetlerini, bir elime güneş diğerine ay verilse ve kainat bana tahsis edilse O’nun bir tebessümüne değişmem” dedi. “Öldürürüz” dediler. “Olsun, ölüm sevgiliye giden yoldur.” dedi. Sürgün ederiz seni doğduğun şehirden dediler. “Olsun O’nun adına sürgün sevdadır bana. Her hicret yeni bir doğumdur. Asıl hicret O’na doğru bir yoldur” dedi.
Kanları cahillik, canilik bataklığında yoğrulanlar gözleriyle devirmek istediler. Ama Muhammed’in aşkı kendisini yalnız bırakmamıştı. Dilinde lahuti bir nağmeyle, körelen bakışların arasında yola düştü sevdiğine.
Yol O’naydı. Son O’nundu. Gül Muhammed aşkına yol aldı ve yol O’na vardı. Aşık Muhammed’in adı dillerde gül sevdası kaldı.
Ona aşık olanlar hep yücelere vardı. Gül tohumunu, nefretin kurutucusu kıldı. Selam olsun aşık Muhammed’e ve Muhammed’e aşık olanlara.
Seyit Ahmet Uzun